Bebek Yüzlü Suikastçi: Solskjaer
Elbette, işte “Bebek Yüzlü Suikastçi” vurgusunu içeren, Google snippet formatına uygun kısa versiyon: “Bebek Yüzlü Suikastçı” Solskjaer, Manchester’dan sonra Beşiktaş’ta yeni bir futbol hikayesi yazmaya hazırlanıyor.

Ole Gunnar Solskjaer, 26 Şubat 1973'te Norveç'in batısında yer alan sahil kenti Kristiansund'da dünyaya geldi. Ülkesinde futbolun yanı sıra kış sporları ve güreş gibi branşlar da oldukça popülerdir. Hatta Solskjaer'in babası Öivind Solskjaer, Norveç'te Grekoromen güreş dalında önemli başarılar elde etmiş bir sporcuydu. Bu atletik miras, ailenin yalnızca fiziksel güçle değil, aynı zamanda disiplin ve kararlılıkla da iç içe büyüdüğünü gösterir. Ole Gunnar, küçük yaşlardan itibaren tam da bu kültür içinde yetişti; hem bedensel hem zihinsel zorluklara karşı dirençli olmayı öğrendi. Futbolu tercih etmesinde, babasının güreşçi olmasının da belli bir etkisi olduğu söylenebilir: Zira aile içinde "farklı bir spor dalında başarı" arayışı, Ole Gunnar'ın futbola daha çok ilgi duymasını sağlamış olabilir.

BEBEK YÜZLÜ SUİKASTÇİ: SOLSKJAER
Ole Gunnar Solskjaer, benim futbol gözümü açtığım senelerin en sürpriz golcülerinden biridir. İster oyuna sonradan girip maçı kazandırdığı efsanevi anlar olsun, ister teknik direktör olarak başardıkları ve yaşadığı zorluklar... Norveçli futbol adamı, hafızamda her zaman "iyimserliği" ve "asla pes etmeme" karakteriyle yer etmiştir. Şimdi ise kader bir şekilde onu Beşiktaş'ın teknik direktörlük koltuğuna oturtmuş durumda. Gelin bu yazıda Solskjaer'in hayatına dair kapsamlı bir inceleme yapıp, Norveçli teknik adamın kişisel hikâyesinin perde arkasını da ortaya koyarak Türkiye'deki yeni macerasına nasıl bir birikimle geldiğini anlamaya çalışalım.
Küçük Saha, Büyük Hayaller
Çocukluğunun büyük bir bölümü, doğal güzelliklerle iç içe olan Kristiansund'da geçti. Norveç'in sert iklim koşullarına rağmen futbol sahaları, özellikle de mahalle aralarındaki küçük alanlar, her daim aktif ve coşkulu çocukların sesiyle doluydu. Solskjaer, bu ortamlarda fiziksel açıdan çok da kuvvetli biri olarak öne çıkmıyordu; hatta ilerleyen dönemlerde de iri yarı bir futbolcu olmadığı sık sık vurgulanır. Ne var ki onu farklı kılan, gol sezgisi ve top ayağına geldiğinde sergilediği soğukkanlılıktı. Henüz bir çocuğun gösterebileceğinden çok daha fazla "bilinçli" bir bitiricilik ve pozisyon alma yeteneğine sahipti.
Futbola ilk adımlarını, yöredeki küçük çaplı altyapı kulüplerinde attı. O dönemde Norveç'in futbol ekosistemi, Avrupa'nın önde gelen liglerine kıyasla daha sakin ve gözden uzak sayılsa da özellikle kırsal bölgelerde güçlü bir futbol geleneği mevcuttu. Genç Ole Gunnar, Clausenengen FK isimli yerel takımda gelişimini sürdürürken, kısa süre içinde yeteneğiyle dikkat çekmeyi başardı. Sadece bir golcü değil, aynı zamanda takım arkadaşlarıyla uyumlu bir karakter olması, antrenörlerin de gözünden kaçmadı. Küçük yaşlarından itibaren aldığı övgüler, onun futbola dair motivasyonunu giderek artırdı. Ailesi, eğitim hayatını da aksatmaması konusunda titiz davranıyordu; ancak Solskjaer'in okul dışında kalan bütün vaktini neredeyse futbola adadığı söylenebilir.
Ailesinin desteği, doğa şartlarının onu erken yaşta dayanıklı kılması ve Norveç futbol kültürünün sağlam temelleri, Solskjaer'in altyapı dönemini verimli geçirmesine olanak tanıdı. Çocukluk yılları, onun karakterini ve çalışma ahlakını şekillendiren önemli bir basamak oldu. Zaman içinde, amatör düzeydeki maçlarda bile "golcü içgüdüsü" öne çıkmaya başladı. İleride Manchester United formasıyla yaşadığı unutulmaz anları mümkün kılan "gol vuruşu yeteneğinin" ilk kıvılcımları da işte bu dönemde parladı. Gösterişten uzak ama kararlı bir genç olarak, yolunu adım adım futbolun zirvesine çevirmeye hazırlanıyordu. Onu yakından tanıyanlar, çocukluğundan beri sürdürdüğü mütevazı kişiliğin bu dönemde de şekillendiğini anlatır. Ne büyük bir yıldız olma hayaliyle uçarı davranışlar sergiledi ne de henüz bir çocukken yakaladığı şöhrete kapıldı. Aksine, her maçtan sonra eksiklerini analiz eden ve bir sonraki idmana bu eksikleri tamamlamak için çıkan bir zihniyete sahipti. Bu özelliği, ilerleyen yıllarda profesyonel düzeyde karşılaştığı zorluklarla baş etmesinde belirleyici rol oynayacaktı.

Sessiz Yükseliş
1995 yılında gerçekleşen Molde FK transferi, Solskjaer'in kariyeri adına önemli bir sıçrama oldu. Norveç Eliteserien'de o dönem üst sıraları zorlayan Molde, genç yetenekleri bünyesine katmaya hevesli bir kulüptü ve Solskjaer de bu yatırımın tam karşılığı gibiydi.
Molde'deki ilk sezonunda Solskjaer, hücum hattında kendisini gösterme fırsatını fazlasıyla değerlendirdi. Kısa sürede aldığı süreyi gollere çevirerek hem teknik ekibin hem de taraftarların sevgisini kazandı. İlk profesyonel sezonunda yakaladığı yüksek gol ortalaması, Norveç basınında "sessiz ve derinden gelen golcü" başlıklarını getirdi. Gerek rakip savunma arkasına sızmadaki ustalığı, gerek ceza sahası içinde soğukkanlı kalıp topu filelerle buluşturmadaki becerisi, onu Norveç liginin en dikkat çekici oyuncularından biri hâline getirdi. Henüz deneyim kazanmaya yeni başlamış genç bir forvet için bu kadar hızlı uyum sağlamak, Solskjaer'in karakterini ve futbol zekâsını gözler önüne seriyordu.
Molde ile geçirdiği dönem boyunca kendini kanıtlayan Solskjaer, ulusal takım düzeyinde de dikkatleri üzerine çekmeye başladı. Norveç Milli Takımı, 90'ların ortalarından itibaren Avrupa futbolunda yükselişe geçmiş ve dünya kupalarına katılma başarısı elde etmiş bir ekol oluşturuyordu. Bu dönemde Tore André Flo, Ronny Johnsen gibi isimler parlamış, uluslararası sahnede de ses getirmişlerdi. Solskjaer ise kulüp performansını sürdürerek bu kadronun kalıcı bir parçası hâline gelmeye adaydı. Hızla yükselişine rağmen mütevazı kimliğini koruyor olması, onun daha da fazla sempati toplamasına neden oluyordu.
Elbette başarısını salt gollere indirgememek gerek. Molde'deki teknik heyet, Solskjaer'i yalnızca bir "gol makinesi" değil, takım bütünlüğü için çalışan bir oyuncu olarak görüyordu. Hücum presine katılması, pas oyununa yatkınlığı ve takım arkadaşlarıyla iş birliğini artırma çabası, onun kısa sürede taraftarın gözdesi olmasını sağladı. Genç yaşına rağmen attığı her gole aşırı şekilde sevinmek yerine, sanki yıllardır bu işi yapan tecrübeli bir profesyonel gibi soğukkanlı kalması da kamuoyunda "bebeğimsi yüzünün ardında müthiş bir ciddiyet saklı" yorumlarına yol açıyordu. Nitekim bu özellik, ilerleyen yıllarda "Baby-Faced Assassin" (Bebek Yüzlü Suikastçı) lakabıyla taçlanacaktı.

Suikastçiden Şeytana: Manchester United'a Transferi
Norveç liginde gösterdiği performans, Avrupa'nın önemli kulüplerinden scout ekiplerinin Molde maçlarını yakından takip etmesine yol açtı. İngiltere Premier Lig takımları başta olmak üzere Hollanda ve Almanya'dan da kulüpler, Solskjaer'in potansiyelini incelemeye başladı. Özellikle Premier Lig'den birkaç ekip, o dönemde forvet hattına takviye yapmak istiyor ve nispeten uygun bonservis bedeliyle transfer edilebilecek golcüleri radarına alıyordu. Solskjaer, bu tabloda adeta "fırsat transferi" olarak görülüyordu.
1996 yılında Manchester United'ın devreye girmesi ise tüm dengeleri değiştirdi. Alex Ferguson'un uzun yıllar boyunca dünya futbolunda iz bırakan bir teknik direktör olması, kulüp içinde isabetli transferlerle genç yetenekleri vitrine çıkarmasıyla ünlenmesi, Solskjaer adına büyük bir şans demekti. Manchester United'ın forvet hattında o dönem Eric Cantona, Andy Cole ve Brian McClair gibi deneyimli isimler yer alıyordu; fakat Ferguson, rotasyonun genişlemesi ve geleceğe yatırım yapma adına genç bir forvet takviyesini şart olarak görüyordu. Solskjaer, bu projeye mükemmel uyum sağlayabilecek bir adaydı. Ayrıca son vuruş kalitesi ve saha içinde görev adamı olması, teknik heyetin ilgisini iyice cezbetti.

Transfer süreci çok uzun pazarlıklara sahne olmadı. Manchester United, Molde ve Solskjaer arasında hızlı bir anlaşma sağlandı. İngiliz kulübünün, Norveçli golcünün potansiyelini fark edip; 2.5 milyon € bonservis bedeliyle kendisini renklerine bağlaması, futbol dünyasında bir anda merak uyandırdı. "Norveç liginde sivrilmiş genç bir forvet, Premier Lig'in devi Manchester United'da kendini nasıl gösterecek?" sorusu gündemi meşgul etmeye başladı. Çünkü Premier Lig'in temposu ve sertliği düşünüldüğünde, Solskjaer gibi daha sakin bir futbol ikliminden gelen bir oyuncunun uyum sorunu yaşaması olası görülüyordu.
Ancak Solskjaer, kariyerindeki her adımda olduğu gibi bu büyük transferin de getirdiği baskıya boyun eğmedi. Mütevazı ve çalışkan yapısını koruyarak, teknik direktörünün kendisinden istediği görevleri titizlikle yerine getirmenin planını yapıyordu. Böylece "Avrupa'nın dev kulüplerinden birine gitmek" hedefi, onun futbol hikâyesinde önemli bir kilometre taşı olarak tarihe geçti. Aynı zamanda bu transfer, Solskjaer'in kariyerinin yepyeni bir evresine girildiğinin de habercisi oldu.
Süper Yedek Ole
Ole Gunnar Solskjaer'in Manchester United'a transferi, 1996 yazında resmiyet kazandı ve bu adım, kariyerinin adeta yepyeni bir döneme girmesini sağladı. O dönemde İngiltere Premier Lig, Avrupa'nın en zorlu ve en çok ilgi gören ligi hâline gelmişti. Alex Ferguson yönetimindeki Manchester United ise "genç yetenekleri keşfedip parlatma" ve "üst düzey yıldızları verimli şekilde harmanlama" konusundaki başarısıyla biliniyordu. Solskjaer'in kırmızı formayı giymesi, Norveç'te sessiz sedasız gelişmekte olan bir golcünün, uluslararası sahnede büyük bir patlama yapabileceğinin işaretiydi.
Manchester United'daki ilk sezonunda (1996-97), Solskjaer'in performansı adeta bir sürpriz etkisi yarattı. Birçoğu onu "rotasyon oyuncusu" olarak görmesine rağmen, ligde attığı gollerle kulübün kritik anlarda skor üretmesine yardımcı oldu. Her ne kadar Eric Cantona ve Andy Cole gibi yıldızların gölgesinde kalacağı düşünüldüyse de Solskjaer, forma şansı bulduğunda elinden gelenin en iyisini yaparak kısa sürede taraftarın gönlünü kazandı. İlk sezonunda ligde süre bulduğu 33 maçta 18 kez fileleri havalandırdı. Bu başarılı performansı sadece yeşil sahada değildi. Takımın antrenmanlarında daima ciddiyetle çalışması ve antrenör ekibinin öğrettiklerine açık olması, Ferguson'un gözünde "örnek alınacak profesyonel" sıfatını hak etmesine neden oldu.

Bu dönemde attığı en etkileyici gollerden bazıları, son dakikalarda skoru değiştiren hamleleri içeriyordu. Maçların kritik anlarında oyuna dahil olup fark yaratabilmesi, ona "Süper Yedek" (Super Sub) lakabını kazandırdı. Savunmaların yorulduğu anlarda oyuna girmesi, gol sezgisinin iyice öne çıkmasını sağlıyor; ceza sahasında hep doğru yerde bitiyor, son dokunuşları büyük bir rahatlıkla yapıyordu. Kariyerinin belki de en unutulmaz anlarından biri, 1999 yılının Ocak ayında Nottingham Forest'a karşı oyuna sonradan girerek yalnızca 13 dakikada 4 gol birden atmasıydı. Bu performans, hem onun bitiriciliğini hem de mental gücünü net biçimde gösteriyordu.
Camp Nou Mucizesi
Ancak Solskjaer'in Manchester United'daki asıl peri masalı, aynı yılın Mayıs ayında oynanan Şampiyonlar Ligi finalinde yazıldı. Bayern Münih ile karşı karşıya gelen Kırmızı Şeytanlar, 90. dakikaya 1-0 geride girmişti. Almanlar final maçında 6. Dakikada buldukları gol ile 1-0 öne geçmiş, maçın 90 dakikası bu skorla tamamlanmıştı. Uzatma dakikaları oynanırken, önce Teddy Sheringham'ın attığı golle maç 1-1'e gelmiş, ardından Solskjaer'in 90+3'te yaptığı müthiş dokunuşla top bir kez daha ağlarla buluşmuştu. Bu gol, hem skoru 2-1'e getirerek Manchester United'a Şampiyonlar Ligi kupasını kazandırdı hem de kulübü "tarihi üçleme" (Premier Lig, FA Cup, Şampiyonlar Ligi) unvanına taşıdı. Solskjaer'in o son saniye golü, dünya futbol tarihinin en dramatik zaferlerinden birinin en ikonik anı oldu. Taraftarlar onu sadece "iyi bir yedek" olmaktan çıkararak gerçek bir kulüp efsanesi mertebesine yükseltti.

Kuşkusuz bu başarılar, Solskjaer'e ün kazandırırken kendisine yüklenen beklentileri de artırıyordu. Ancak onun karakteri, ekip içindeki dengeleri bozacak türden değildi. Sakin ve mütevazı duruşu, kulüp içinde büyük saygı görmesini sağladı. Hocasının takım içindeki rekabeti diri tutma stratejisine ayak uydurmak için yılmadan çalıştı. Forvette zaman zaman Dwight Yorke veya Andy Cole gibi isimlerin gerisinde kalsa da bulduğu dakika ne kadar kısa olursa olsun maksimum verimi almaya odaklandı. Maç başına uzun süreler alamasa bile, sonradan girip skoru değiştirebilmek gibi değerli bir özellik, Ferguson'un kadro planlarında onu vazgeçilmez hâle getiriyordu.
Ne var ki, yoğun maç trafiği ve agresif Premier Lig atmosferi, zaman zaman sakatlık riskini de beraberinde getiriyordu. Solskjaer, 2000'li yılların başından itibaren diz ve diz kapağı bölgesindeki sakatlıklarla mücadele etmeye başladı. Bu sakatlıklar, onu uzun süre sahalardan uzak tutarak formunu kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya getirdi. Yine de antrenmanlara dönmek için gösterdiği azim ve takım arkadaşlarının desteği sayesinde sakatlık dönemlerinden güçlü bir motivasyonla çıkmayı başardı. Zaman zaman "eski gücüne ulaşamayacak" yorumları yapılsa da, o futbol topuna yine son dokunuşu yapan bitirici kimliğini korumaya devam etti.
Solskjaer'in Manchester United'daki uzun soluklu kariyeri, sadece gol atmaya değil aynı zamanda öğrenmeye de odaklandığını gösteriyordu. Oynadığı dönemde, Sir Alex Ferguson gibi bir efsanenin teknik adamlığında görev almak, sahada olmasa bile yedek kulübesinden gözlem yapma şansı tanıyordu. Uzun süreli sakatlıklardan biri esnasında Ferguson, onu takımla antrenmanlarda yardımcı rolde görevlendirdi ve Solskjaer'in saha kenarından oyunu analiz etmesine olanak sağladı. Bu süreç, ileride yaşayacağı teknik direktörlük deneyiminin ilk tohumları olarak kabul edilebilir.

2007 yılına gelindiğinde, tekrarlayan sakatlıklar ve ilerleyen yaşının etkisiyle, Solskjaer yeşil sahalara veda etme kararı aldı. Tam 11 yıl boyunca Manchester United forması giyerek 366 maça çıkmış, 126 gol kaydetmişti. Bu sayılar, Kırmızı Şeytanlar tarihinin en istikrarlı ve en sevilen hücumcularından biri olduğu gerçeğini teyit ediyordu. Emeklilik kararının ardından kulüp tarafından düzenlenen jübile maçında, tribünleri dolduran on binlerce taraftar ona olan sevgi ve minnetini gösterdi. "Baby-Faced Assassin" lakabıyla hafızalara kazınan bu sessiz golcü, sadece attığı gollerle değil; dürüst, saygılı ve profesyonel kişiliğiyle de İngiliz futboluna adını yazdırdı. Manchester United günleri, Solskjaer'in bundan sonraki kariyerine de zemin hazırladı. Hem futbolcu olarak edindiği tecrübeler hem de Ferguson gibi bir mentordan öğrendikleri, onu ileride teknik direktör olarak yeşil sahalara dönmeye teşvik etti. Dolayısıyla Manchester'daki başarı hikâyesi, onun yolculuğunun sonunda değil; aksine, başka bir maceranın başlamasının en kritik eşiklerinden biri oldu.
Sir Alex'in Dizinin Dibinde: Tekniğin İnce İşçiliği
Ole Gunnar Solskjaer, futbolculuk kariyerini noktaladıktan sonra da yeşil sahalardan kopmadı ve bu sefer saha kenarında, takım yönetiminin başında kendisini kanıtlama yolculuğuna çıktı. Sakatlıklar nedeniyle erkenden (2007'de) emekli olmak zorunda kalması, onu antrenörlük rolüne beklenenden hızlı bir şekilde yönlendirdi. Ancak Solskjaer, Manchester United'daki son yıllarında Sir Alex Ferguson'un teknik ekibiyle yakın çalışarak oyunun inceliklerini zaten yakından gözlemleme fırsatı bulmuştu.

Solskjaer, futbolu bıraktıktan hemen sonra Manchester United Rezerv Takımı'nın (U-23) teknik sorumlusu olarak göreve başladı. Bu pozisyon, genç oyuncuların yetişme evresinde son derece kritik bir aşamayı temsil ediyordu. Rezerv takım, A takıma aday futbolcuların son basamağı olduğu için burada antrenörlük yapmak, hem taktiksel hem de pedagojik açıdan yetenek gerektirir. Solskjaer'in sakin ama motive edici iletişimi, genç futbolcularla hızlı bir bağ kurmasına yardımcı oldu. Böylece takım, 2009-2010 sezonunda İngiltere Rezerv Ligi'nde şampiyonluk yaşayarak göz doldurdu. Bu başarı, Solskjaer'in "ileriye dönük büyük hedefleri olan bir teknik adam" olarak anılmasına neden oldu.
Rezerv takımın başında geçen süreç, ona kulüp yönetiminin dinamiklerini daha yakından kavrama ve kendi teknik felsefesini geliştirme fırsatı verdi. Antrenman yöntemlerini Sir Alex Ferguson'dan esinlenerek kurgulasa da, hücuma dayalı oyunu ve genç yeteneklere güvenme politikasını kendi özgün yöntemleriyle harmanladı. Bu deneyim, ilerleyen yıllarda çalıştırdığı takımların oyun stilinde de belirleyici bir unsur olacaktı.

Anavatana Dönüş
Rezerv takımda elde ettiği sonuçlar, Solskjaer'e memleketi Norveç'ten de cazip teklifler getirdi. 2011 yılında, eski kulübü Molde FK'nın başına geçmesiyle profesyonel teknik direktörlük macerasına "tam yetkiyle" başlamış oldu. Molde, Norveç Eliteserien'de her zaman iddialı bir takım olarak görülür, ancak lig şampiyonluğu söz konusu olduğunda hep arka plana düşerdi. Solskjaer göreve gelir gelmez takıma hücum odaklı, cesur bir futbol anlayışı kazandırdı. Kısa sürede katı savunma yapısına değil, topa hükmetmeye ve pozisyon üstünlüğü elde etmeye dayalı bir sistem benimsedi.

Bu sistem, taraftarları da heyecanlandırdı ve Solskjaer'in ilk sezonunda Molde, klubün 100. Yılında tarihinde ilk kez lig şampiyonu oldu. Bu başarıyı bir yıl sonra 2012 yılında tekrarlayarak üst üste iki lig şampiyonluğu elde ettiler. Norveç gibi zorlu iklim koşullarında oynanan bir ligde, genç bir teknik adamın böylesi kısa sürede yakaladığı başarı büyük takdir topladı. Aynı dönemlerde takım, Avrupa kupalarında da kendini gösterme imkânı bulsa da, uluslararası arenada henüz çok derine gidemedi. Yine de Molde'nin kendine güvenli ve modern futbol tarzı, Solskjaer'in teknik adam olarak "saldırgan, ama ölçülü" bir anlayış geliştirdiğini ispatlıyordu.
Molde'de kazandığı şampiyonluklar, İngiltere Premier Lig ve Championship kulüplerinin de dikkatini çekti. 2014 yılında Cardiff City, kötü gidişatı tersine çevirmek için Solskjaer'i takımın başına getirdi. Bu, Norveçli teknik adam için Premier Lig'de kendini kanıtlama adına mühim bir fırsat olsa da işler beklenildiği gibi gitmedi. Takım o sezon ligde kalma mücadelesi veriyordu ve zaten kadro dengesizliği ile kulüp içi sorunlar Solskjaer'in işini oldukça zorlaştırdı. Maalesef Cardiff City, sezon sonunda küme düştü ve bir süre sonra Solskjaer de görevinden ayrılmak zorunda kaldı.
Bu deneyim, onun teknik direktörlük kariyerinde bir hayal kırıklığı olarak yorumlansa da, aslında hocalık yolculuğunun en önemli dönüm noktalarından biriydi. Kariyerinde ilk kez ciddi bir başarısızlıkla karşı karşıya kalan Solskjaer, İngiltere'de medya baskısı ve taraftar tepkileriyle nasıl başa çıkılacağını da öğrenmek zorunda kaldı. Cardiff macerası, kulüp yönetimiyle sağlıklı iletişimin, doğru transfer politikası oluşturmanın ve takım içi dengeleri oturtmanın ne kadar kritik olduğunu net bir şekilde gösterdi.
Sanki Yeniden Yıl 97
Cardiff City'den ayrıldıktan sonra Solskjaer, 2015 yılında yeniden Molde'nin başına geçti. Kaldığı yerden devam ederek takımın oyun felsefesini canlı tutmaya çalıştı. Avrupa Ligi'nde bir dönem başarılı sonuçlar da elde eden Molde, Norveç liginin üst sıralarındaki konumunu korudu. Solskjaer, artık "Norveç'in yükselen teknik direktörü" olarak anılıyor, uluslararası deneyimini burada daha olgun bir yöntemle uyguluyordu.

Bu süreçte Manchester United tarafında ise bir yönetim değişikliği rüzgârı esiyordu. Jose Mourinho'nun ayrılığı sonrasında, 2018 yılının Aralık ayında Solskjaer geçici (caretaker) teknik direktör olarak kulübe çağrıldı. Kısa sürede aldığı başarılı sonuçlar, taraftarlar ve yönetim nezdinde büyük bir heyecan yarattı. Takım, Mourinho dönemindeki katı savunma anlayışından daha özgür ve pozitif bir futbola geçiş yaparak form grafiğini yükseltti. Bu tablo karşısında, geçici görevin kalıcıya dönüşmesi pek de şaşırtıcı olmadı ve Mart 2019'da Solskjaer, Manchester United'ın kalıcı teknik direktörü oldu.
Ancak büyük beklentilerle başlayan bu dönem, transfer politikaları, sakatlıklar ve puan kayıpları derken giderek zorlu bir sınava dönüştü. Yine de Solskjaer, kadro planlamasında genç oyunculara şans vermekten çekinmedi ve kulübün DNA'sı olarak görülen "akıcı hücum futbolu" felsefesine sadık kalmaya çalıştı. Manchester United'daki teknik direktörlük dönemi, ilk yıllarda dalgalı performanslar içerse de özellikle 2019-20/20-21 sezonu sırasında Premier Lig'de ilk sıralarda yer almaları ve Uefa Kupası'nı penaltılarla kaybetmeleri, Avrupa kupalarında çeyrek final ve yarı final görmeleri gibi başarılarla da hatırlanacak. Neticede, 2021 Kasım ayında alınan kötü sonuçların ardından kulüp yolları ayırma kararı aldı ve Solskjaer, kısa süreliğine de olsa teknik direktörlük sahnesinden çekildi. Kendisine duyulan saygı ve sevgi, özellikle Manchester taraftarları arasında hep güçlü kaldı; çünkü o, hem futbolcu hem de teknik adam kimliğiyle kulübün sembol isimlerinden biriydi.

Suikastçinin Mantalitesi
Ole Gunnar Solskjaer’in futbol anlayışını şekillendiren başlıca etkenlerden biri, Manchester United’daki uzun yıllarında Sir Alex Ferguson gibi bir efsanenin rehberliğinde yetişmiş olmasıdır. Futbolcu olarak Ferguson’un otoritesini, kulüp içi disiplini ve hücum ağırlıklı oyun felsefesini yakından gözlemleme şansı buldu. Özellikle “Her zaman golü arayan, pozitif futbol” anlayışı, Solskjaer’in kendi teknik direktörlük tarzının temel taşlarından biri hâline geldi. Hücum presi, topa sahip olmayı hedefleyen ve aynı zamanda hızlı geçişleri önemseyen bir oyun planı, onun takımlarının karakteristik özelliği olarak öne çıkar.
Öte yandan Solskjaer, genç oyunculara fırsat verme ve onları geliştirme konusunda da dikkat çeken bir profil çizer. Manchester United Rezerv Takımı’ndaki deneyimi sırasında, akademiden çıkan yetenekli futbolcuları A takıma hazırlama görevini başarıyla yürüttü. Bu süreç, ona genç oyuncuların mental ve fiziki açıdan hangi noktalarda desteğe ihtiyaç duyduğunu yakından gözlemleme şansı tanıdı. Molde’de ve Manchester United’ın başındayken de benzer bir yaklaşım sergileyerek, alt yaş kategorilerinden gelen isimleri cesurca oynattı. Sadece saha içi performanslarına odaklanmakla kalmadı, aynı zamanda onların kariyer planlamasını da yakından takip etti.
Bu yaklaşımın temelinde, bir futbolcunun özgüven kazanması için “hatalarıyla birlikte öğrenmesine” imkân tanımak gerektiği düşüncesi yatıyordu. Solskjaer’in karakterini değerlendirirken öne çıkan kavramlardan biri de “sakin güç” olarak ifade edilebilecek yapısıdır. Futbolculuğunda “Süper Yedek” olmasının bir nedeni, son dakikalarda bile panik yapmadan, doğru yerde doğru kararı verebilmesi olarak gösterilir. Bu özelliği, teknik direktörlükte de benimsediği bir prensip hâline geldi: Stresli anlarda takımı sakin tutmak ve maçın gidişatını soğukkanlı bir bakış açısıyla analiz edebilmek. Cardiff City döneminde aldığı kötü sonuçlar karşısında bile basın toplantılarında nadiren öfkeli veya savunmacı bir üsluba bürünen Solskjaer, eleştirilere yapıcı cevaplar vererek “büyüklük” göstermeye çalıştı. Kimi zaman bu tutum “fazla ılımlı” veya “otorite eksikliği” olarak algılansa da, o, uzun vadede sakinliğin daha fazla fayda getireceğine inanıyor.
Buz ve Ateşin Şarkısı
Sir Alex Ferguson’dan aldığı derslerin en önemlisi ise takımdaşlık ve aidiyet hissini canlı tutma becerisidir. Solskjaer, çalıştırdığı takımlarda bireysel yıldızlardan çok, grup uyumunu ön planda tutar. Takım ruhunun inşasında herkesin görev ve sorumluluklarını net bir şekilde bilmesi gerekir. Ona göre, soyunma odası atmosferi bir teknik adamın başarısını doğrudan etkileyen kritik bir faktördür. Futbolcular, kendilerini dinleyen, onlara güven veren ve ortak hedefler uğrunda birleştiren bir teknik direktör olduğu sürece, sahada kapasitelerinin üstüne çıkabilirler. Solskjaer bu nedenle iletişimde daha samimi, bire bir diyaloglara açık ve sorunları içtenlikle çözmeye çalışan bir yaklaşım benimser. Önemli maçlarda tercihlerinin çoğu, “atağın çeşitliliği” ve “hızlı hücum organizasyonu” üzerine kuruludur. Bekleri sık sık hücuma çıkarma, orta sahada teknik kapasitesi yüksek oyuncularla pas trafiğini yönetme ve ceza sahasında pozisyon çeşitliliği yaratma, onun en tipik planları arasında yer alır. Ancak savunma güvenliğini ihmal ettiğini söylemek de doğru olmaz; aksine, topu kaptırdıktan sonraki anlarda takımın hızla savunma kurgusuna dönmesi için antrenmanlarda yoğun taktiksel çalışmalar yaptırır. Özellikle Manchester United döneminde, büyük maçlarda rakibin zaaflarını analiz edip geçiş oyununu kullanmak, olumlu sonuçlar getirmiştir.

Karakterinin belki de en belirgin yönlerinden biri, “insani” yaklaşımıdır. Hem Molde’de hem de Manchester United’da futbolcularının özel yaşamlarına ve duygusal dünyalarına önem verdiğini sıklıkla vurgulamıştır. Bir oyuncuyla iletişimi sadece taktiksel talimatlarla sınırlı kalmaz; gerektiğinde onları motive etmek, ihtiyaç duyduklarında bireysel destek sağlamak da teknik direktörün sorumluluğu olarak görür. Bu yaklaşım bazen, “kendi otoritesini yeterince gösteremediği” şeklinde eleştirilse de Solskjaer, takımın kısa süreli değil uzun soluklu başarısının bu güven ve bağlılık iklimine dayandığına inanır.
Kısacası Solskjaer, saha içinde hücum odaklı ve esnek bir taktik planı benimserken, saha dışında da sakin, disiplinli ve empati ağırlıklı bir yönetim tarzı sergiler. Üstelik genç yetenekleri kazanma, takımdaşlığı pekiştirme ve kulübün kurumsal değerlerine bağlı kalma gibi konularda kendisini sorumlu hisseder. Bu özellikleri onu, hem aranan hem de bazen eleştirilen bir teknik direktör profili hâline getirir. Zira modern futbol dünyasında, anlık sonuçların baskısı ve yüksek beklentiler, “sabırlı” ve “diyaloğa açık” yaklaşımların çabucak yargılanmasına yol açabilir. Şimdi, Solskjaer’in Beşiktaş’a imza atmasıyla birlikte bu futbol felsefesi ve yönetim anlayışı nasıl bir karşılık bulacak, büyük bir merak konusu. Dolmabahçe’nin yanan atmosferi, onun buz sakinliği ile birleşince ortaya ne çıkacak bunu en iyi seneye göreceğiz. Yine de daha önce de büyük kulüplerde çalışmış, zorlu ortamların baskısını yaşamış olan Solskjaer’in, burada kendine özgü stilini yansıtmaya kararlı olduğunu da tahmin edebiliyorum. Beşiktaş’ın en yeni hocasının hikayesinin sıradaki sayfalarında ne yazacak bize bunu gelecek gösterecek.